Bugün 21 Kasım. Üstat Voltaire’in doğum günü. Bu büyük filozof ve yazarı hatırlamak ve anmak bağlamında onun bir sözüyle yazıma başlayayım: L’Homme est libre au moment qu’il veut l’etre! Bir başka deyişle, insan, istediği an özgür olur, onu bir şeye ya da bir yere zincirleyen ta kendisidir.
Bu hafta sonu yine Ankara Dağcılık Kulübü ADKK ile doğada özgürce dolaşmanın keyfini ve tatlı yorgunluğunu yaşadık; arabalardan, hava kirliliğinden, karmaşadan, keşmekeşten, AVM’lerden, siyasi haberlerden, şehir hayatı denilen bütün bu absürdlükten ve ucubelikten, kabalıktan ve ilkellikten özgürleşerek güzel bir doğa yürüyüşü yaptık. Şehirde hiç mi güzel şeyler yok derseniz, var tabii; iyi restoranlar ve sanat…
Yürüyüş 8 saat sürdü; 18 km kadar yol kat ettik. Zaman zaman 1800’lü yüksekliklere çıkıp sonra da 1400’lere inip sonra tekrar çıktık; indik ve çıktık; çıktık ve indik; sanki asansör olduk. Abidin hoca ve Tahsin hocanın çok seveceği türden mukavemet gerektiren, sıkı bir performans yürüyüşü oldu. Yan geçiş, dik çıkış, kütük atlayışı, çarşak inişleri, bataklık geçişleri vs gibi her türden aktivite yapıldı. Ayıların cirit attıkları, her yeri ayak izleriyle damgaladıkları, meyve yemek için ağaçları kırıp döktükleri gizli mekanlardan bile geçtik!.. 24 kilometre zorluk derecesine denk düşen bu etkinlikten şimdi biraz bahsedeceğim.
Etkinliğe bu hafta 8 kişi geldi; Yahya hoca da sabah bir sürpriz yaparak 9. olarak ekibe katıldı; bu arada yeni 4 çeker arabası için de hayırlı uğurlu olsun diyorum; 4 çeker filosuna 2. gemi de katılmış oldu. Ekibin bir kısmı yurt dışındaydı: Ülkü, Küba’daydı; Nazım hoca da Singapur ve Tayland gezisine çıktı; büyük ihtimal turist filleriyle bir tur da atacaktır oralarda!..
Yürüyüş bölgemiz yine, ilk çağlarda Kral Yolu üzerinde bulunan Orta Anadolu Yabanabad bölgesiydi. İlkçağ’da Asya-Avrupa arasında bir geçiş yeriydi burası; göçler, ticari ve askeri seferler Yabanabad üzerinden olurmuş. Kızılcahamam ve civarı, Osmanlılar zamanında Yabanabad olarak anılırmış; zaten 1915’e kadar Kızılcahamam ismi hiç kullanılmamış. Esasen Güdül, Ayaş, Kazan, Pazar, Çamlıdere ve Çubuk, bunların hepsi Yabanabad bölgesiyken Yabanabad sonradan küçülmüş; Kızılcahamam ve Çamlıdere’ye indirgenmiş. Bizim dolaştığımız yerlerde aynı zamanda Hititler de dolaşmışlar. Frigler, Bizanslılar (Doğu Roma İmparatorluğu), Araplar derken 1073’te Oğuz Türkleri (Selçuklular) bu bölgeye gelmişler. 1915’te Kızılcahamam’da kaplıcalar bulununca Yabanabad’ın merkezi Kızılcahamam olmuş.
İğceler, Kızılcahamam’ın 27 km kuzeyindedir; neredeyse tam kuzeyindedir! Sobası tüten kamyoncular lokantası Mevlana’da çorba ya da çay içtikten sonra Kızılcahamam’ı geçersiniz, sonra meşhur Çerkeş ayrımına gelirsiniz. Buradan sağa dönerek ilerleyince Sey Hamamı ayrımına gelip sola dönersiniz. 2 km sonra Sey Hamamı karşınıza çıkar. Daha ileride de 3 köy vardır. İğceler, Hıdırlar ve Kasımlar; bunlar Üstat Shakespeare’in Makbeth’indeki 3 cadılar gibi birbirlerine yakın üç köydürler; Kasımlar ve Hıdırlar neredeyse birleşmişlerdir.
Bir zamanlar, bu köylerin olduğu yerler meşhur Candaroğulları Beyliği sınırları içindeymiş. Candaroğlu İsfendiyar beyin Kasım ve Hıdır veyahut Hızır diye oğulları varmış. Sanırım bu isimler buradan gelir. İğceler de Oğuz boylarının bir kolundan kalma bir isimdir.
Kral Yolu’nun (Pers Kral Yolu) haritasına bakarsak, bu tarihi yol bölgesinde yürüyüş yaptığımızı görmenin ayrı bir havası oluşur; tarih zihnimizde canlanır. Susa’san Sardis’e kadar uzanan bu antik anayolda Persli kuryeler günlerce haber taşırlarmış ki bu yolun uzunluğu 2700 kilometredir! Keşke imkan olsaydı da bu yol da Likya Yolu gibi belirgin bir şekilde işaretlenebilseydi ve bu yolu yürüyebilseydik!.. Yol, İzmir’in 95 km doğusundan başlıyor, yani Sardis’ten (Manisa); ileride ise Yabanabad’dan, bizim dolaştığımız yerlerden geçip Perslerin başkenti Susa’ya kadar gidiyor. Bu yolu, kuryelerin 1 haftada bitirdiği söylenir ki pek inandırıcı değildir bu. Müslüm hocayla da konuşurken askerlerin günde 20 km ve atlıların da 80 km gidebildiklerinden bahsetmiştik. Yani 1 haftada bir atlı günde 100 km gitse bile 700 km eder; aynı şekilde kurye ve at değiştirilip geceleri de yol alsalar, 1400 km eder!..
Güzel bir havada, İğceler köyü camisinin yanındaki seyirlik tepeden yürüyüşe başladık. Ben her yürüyüşte bir sonraki yürüyüşü teknik açıdan nasıl daha az sorunlu ve daha çok pratik hale getiririzle ilgilendiğimden yine bazı değişiklikler yaptım! Havalar henüz çok soğumadığından Primus termosları bırakıp evdeki daha hafifçe ve küçük olan termosu aldım. Hortumla su içme olayını ise tamamen bitirdim. Lastik tadı geliyor; insan su mu içiyor araba lastiği mi yiyor belli değil!.. YKM’den bele bağlanan bir bel çantası aldım; 0.5’lik pet şişeyi polarımsı bir kılıfa sarılmış bir şekilde yatay olarak önde çanta içinde taşıyacağım artık; bugünkü pratiklikten çok memnun kaldım. Jale-Şule’nin kendi buluşları olan polar kılıflı dikey su modellerinin yatay bir versiyonu oldu bu; tabii dezavantajı biraz önde yer kaplıyor olmasıdır; ama suyu seven buna katlanacak!..
Ablamın hediyesi olan büyük Nikon fotoğraf makinemi Kültür gezilerine saklamaya karar verdim ve zoom’u pek de iyi olmayan küçük sony makineye teknik zorluklar nedeniyle razı oldum! Yiyeceklere de farklı şeyler ekledim. Bu kez domates vs yanına 2 küçük turp, biraz roko, biraz tahin helvası, 2 küçük salatalık koydum, 1 parça da mercimekli börek; sol cebe leblebi, sağ cebe 1.5 incir, arka sol cebe 1 bonbon şeker, arka sağ cebe 1 küçük cevizli sucuk attım; sakızı da çantadan çıkardım; hep getiriyordum ama hiç çiğnemiyordum; 1 gram ağırlık 1 gram ağırlıktır!..
Şeytan ayrıntıda gizlidir derler; bazen çok küçük şeyler yürüyüşte sorun çıkarırlar!.. Çorabınızda sadece 1 tane küçük diken olsa, yol boyunca sizi ve zihninizi rahatsız eder; durmadan batar durur ve tozluğu çıkarıp dikeni aramak zahmetli olduğundan dikene katlanırsınız! O yüzden evden çıkarken bu tür ayrıntılar halledilmiş olmalıdır. Harun hocanın tozlukları mesela su geçirmezdi sanırım, ama nefes alma özelliği olmadığından içerden müthiş terletir; pantolon da pamuklu olduğundan ıslanır ve kurumaz!.. Tozluk diyip geçmemek, en doğru tozluğu bulmak ve her zaman tozluk takmak gerek.
İğceler köyünde bizi çaya davet eden amcayı selamlayıp, salıncakta sallandıktan sonra patikadan yola koyulduk. Uzaklarda Hıdırlar köyü görünüyordu. İlk kez bu kadar çok kuşburnu olan bir bölgedeydim. Benim buraya ilk gelişimdi. “Aşıklar Yolu” denen yerden yukarı çıkışa başladık. Bu yol kavak ağaçlarının yapraklarıyla kaplanmış, ince uzun, romantik havası olan yumuşak zeminli bir yoldur. Yol boyunca sayısız kuşburnu ağaçları gördük; hareket halinde dahi koparılıp yenebiliyorlardı; ekşimsi tatlarıyla bizi doyurdular.
Sıklıkla meşe ağaçlarının, olgun alıçların, yuvarlak ardıçların aralarından geçtik, seyrek de olsa köknarlar ve mantarlar gördük. Müslüm hoca yol boyunca ahlat, yani yaban armudu topladı; herhalde dekorasyon amaçlı kullanacak. Kuşburnu dikenleri bazen insanı fena yakalıyorlardı, hiçbir yere bırakmıyorlardı. Aldığım teknik ceketi bugün giymiş olsaydım, üzerinde epey bir delik açılacaktı ve ceket yerine süzgeç olarak kullanacaktım ya da kevgir olarak!..
Bir kayalığın üzerinde zirve fotoğrafı çektik. Kasımlar yaylasına ulaştık ve ardından da ilk ana hedefimiz olan Kasımlar göletine geldik. Burada 20-25 dakika kadar yemek molası verdik. Bunlar yapay göletlerdi. Güneş yine, kıpırdayan suda parıldadı; bu ilahi anlar, görsel muhteşemlik anlarıdır. Bu mevsimde halen çiçekler gördük. Hıdırlar yaylasını ve Hıdırlar göletini geçtik. Yüksek bir yerde uzaklarda Işık Dağı’nı görüp sevindik. Sürülere rastladık ve onları ölesiye koruyan köpeklere; hızla fırlayıp giden, rüzgârını dahi yakalayamadığımız çevik bir tavşana; bir orman kamyonuna, dallarında duran 3-5 ekşi sarı elmaya.
İşte bu elma ağacından sonra “Kütükler Yolu”na girdik. Âşıklar Yolu’ndan sonra Kütükler Yolu da bize güzel geldi. Oldukça dik, loş, taşlı, nemli ve hoş kokulu dar bir dere patikasıdır burası; enfes yosunlar vardır ve küçücük şirin mantarlar. Yollarda sürekli devrilmiş kütükler de vardır ve bazen altlarından, bazen üzerlerinden geçmek yorar insanı. Ama böyle kapalı alanlardaki dinginlik, rüzgarsızlık klasik müzik gibi insanı dinlendirir; fiziksel açıdan yorulurken, ruhumuz daha doğrusu zihnimiz dinlenir; burada insanın aklına ne aptalca siyaset gelir ne de yaşamın saçma ihtirasları; burası bir meditasyon alanıdır; düşüncenin, düşünmenin durduğu yerdir.
Yolda zaman zaman yabani maydanoz türü şeyler, domuz kafatası kemikleri gördük. Kavak ağaçlarını görünce yeniden Aşıklar Yolu’na ve de İğceler bölgesine geldik diye sevinirken uzaklardan İğceler camisinin minaresini seçebildik. Hava kararmaya başlamıştı. Olcay nihayet lokomotif ışığı gibi güçlü kafa lambasını kullanabilecekti ve içten içe seviniyordu. Yarım saat, 45 dakikada gideriz derken yolumuz 2 saat kadar daha sürdü. Sadece 3 kişide kafa lambası vardı; esasen kafa lambalarını her zaman çantada hazır tutmak gerekir ki ben ağırlık olmasın diye almamıştım yanıma. Yer yer sık dokulu kuşburnu bölgelerine geliyor ve dikenlerle mücadele ediyorduk. Sanki bizi ellerimizden, belimizden yakalıyorlar, durun gitmeyin, biraz laflayalım diyorlardı!.. Doğanın bu dikenli ellerinde belki de bizim bilmediğimiz tuhaf bir sevgi vardı!.. Ben o an için şöyle düşündüm: Diken de sevebilir; ama yapısı itibarıyla yumuşak dokunamaz!
Hava iyice karardı ve aniden soğudu; ağzımızdan buhar çıkmaya başladı; gerçeklik değişti; ortam belirsizleşti; romantik bir havayla birlikte ürperten gece çöktü. Gece, başlı başına bir maceradır; insanın korkularının büyük bir kısmının da kaynağıdır; mağara devrindeki yaşamlarımızdan genlerimize aktarılmış korkular halen dururlar. Fakat özellikle yazın yapılan gece yürüyüşlerini ben çok severim ve umarım dolunaylı bir gün sabaha kadar sürecek bir gece yürüyüş etkinliği yapılır.
Artık hava 16.20 gibi çok erken kararıyordu. İğcelere varmak, çalılı dikenli, taşlı çarşaklı arazi yapısından dolayı epeyce uzayacaktı. Yönümüzü doğru bir kararla Hıdırlar’a çevirdik; buraya giden patika daha mantıklıydı. Dolunay’ın muhteşem yüzünü ve ışıldayan köy lambalarını görüp mutlu olduk; ağaçların aralarında gizemli kanat sesleri duyduk; türküler söyledik ya da mırıldandık. Müslüm hoca, “Hadi canlarım az kaldı,” diyordu; bense – acıkmış olduğumdan herhalde – her seferinde “Patlıcanlarım az kaldı!” şeklinde anlıyordum bunu; yol boyunca dürüm adana kebap diye sayıklayanlar oldu; galiba o bendim!..
Kaptan Ahmet’i arayarak Hıdırlar köyüne gelmesini istedik. Hedef, Hıdırlar camiiydi. Minareyi görüyorduk ama oraya ulaşmak yarım saati aldı. Taştan bahçe duvarları ve aniden yok olan patikalar işi uzattı. Hedefe vardık; gerdirmeleri yaptık; Yahya hocanın tuzlu fıstıklarını yedik ve doğayla dolu geçen bir günü daha geride bıraktık. Elbette, meşhur slogan, “Arkadaş, iyi ki gelmişiz yaw” da içtenlikle tekrarlandı.
Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkte mevcuttur:
http://picasaweb.google.com/ildanmmi
Yazımı yine bir müzikle sonlandırıyorum, doğanın sakinliğine uygun bir İrlanda Folk Müziği:
http://www.youtube.com/watch?v=AhrvGwlmr9Q
Mehmet Murat ildan